HAZAL’IN ÖDEVİ (l)
Dördüncü sınıf öğrencisi Hazal, sınıf öğretmenleri Sevgi Hanımın verdiği ödevi yapmak için uzun süre çalışma masasında oturdu, bildiği kadarıyla bir şeyler yazdı ama yazdıklarından pek tatmin olmamıştı.
Ödev Türkçe dersiyle ilgiliydi. Konusu ise bir atasözü ile bağlantılıydı.
Öğretmen Sevgi Hanım, öğrencilerine, “Memleketiniz doğduğunuz yer midir, yoksa doyduğunuz yer mi?” diye sormuş ve bunu kendi düşüncelerine göre açıklamalarını istemişti.
Hazal, İstanbul’da doğmuştu. Babası belediyede işçi, annesi ev hanımıydı. Kendisinden üç yaş küçük bir de erkek kardeşi vardı.
Babası işten yeni gelmişti. Annesi akşam yemeği için sofrayı hazırlarken, babası da o yıl okula yeni başlayan küçük çocuğu Ahmet’le konuşuyordu. Ahmet okuma-yazmayı yeni yeni öğrendiği için yazdıklarını babasına gösteriyordu. Babası da, “aferin güzel olmuş, iyi yazmışsın” gibi sözlerle onu teşvik ediyordu.
Serpil Hanım yemekleri masaya getirdikten sonra eşini ve çocuklarını davet etti. Hep birlikte oturdular. Ancak masaya oturmadan önce baba ve çocukları sırayla lavaboya gidip, ellerini güzelce yıkamışlardı. Bunu her yemek öncesi yapmayı alışkanlık edinmişlerdi.
Anneleri Serpil Hanım da yemek yapmaya başlamadan önce ellerini güzelce sabunlar, mutfak tezgahının üzerinde hiç kir, kırıntı bırakmazdı. Çok düzenli ve temiz bir kadındı. Çocuklarını da öyle yetiştiriyordu.
Yemeklerini yerken, günlük olaylardan sohbet ettiler. Daha çok babalarıyla annesi konuşurken, onlar dinlediler. Hazal’ın aklı yapacağı ödevindeydi. Yemekten sonra ödevi için babasından yardım istemeyi düşünüyordu. Güzel şeyler yazmalı, her zamanki gibi öğretmeninden aferin almalıydı.
Ama ne yazacaktı? Kendi kendine “doğduğum yer mi, doyduğum yer mi?” diye mırıldandı. İşin içinden çıkamadı.
Çünkü kendisi şuan yaşadıkları yerde doğmuştu. Ve yine aynı şehirde karınları doyuyordu. Babası belediyeden aldığı maaşla geçimlerini sağlıyor, dedesinden kalan evde de yaşıyorlardı.
Hazal’ın mırıltısını babası duydu.
-Bir şey mi dedin kızım?, diye sordu
Hazal yakalanmış gibi birden duraksadı, ağzına götürdüğü çataldaki yemeği yeniden tabağına bıraktı. Ağzında yemek olduğu halde babasına cevap vermek istememişti.
-Aslında yemekten sonra söyleyecektim ama.. dedi, devamını getirmedi.
Babası üstelemedi.
-O zaman yemeğini bitir, odanda konuşalım, dedi.
Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi oldu Hazal’ın.
Babası işçi olarak çalışıyordu ama, kitap okur, gazeteleri takip eder, televizyon izleyerek her konuda bilgi sahibi olurdu. Bazen eşiyle sohbet ederken, “keşke imkanımız olsaydı da ben de okusaydım. O zaman sen de mühendis eşi olurdun” derdi.
Küçüklüğünden beri aklını makine mühendisi olmaya takmıştı. Çocukken oyuncaklarını parçalara ayırır, sonra da tıpkısını yeniden monte ederdi. Şimdi de evde bozulan en küçük bir şeyi bile tamirciye götürmez, kendisi yapardı.
Eşi Serpil Hanım, onun içinde kalan bu hevesi bildiği için konu her açılışında, “Sen, benim gönlümün mühendisisin, hiç canını sıkma. Ben böyle de mutluyum” derdi.
Sonra devam ederdi, “İnşallah çocuklarımız okur da doktor, mühendis olur, biz de onlarla gurur duyarız.”
Mutlu ve huzurlu bir ailesi vardı Hazal’ın. Aynı mahallede yaşadıkları insanlarla uzun süre birlikte oldukları için akraba gibi bütünleşmişlerdi. Yaşları büyük olsa da birçoğu Hazal gibi burada doğmuştu.
Doğdukları yer de doydukları yerde burasıydı. Arada bir aileleriyle birlikte, babalarının, dedelerinin geldikleri yerlere ziyarete gider, orada yaşayan akrabalarını görürlerdi. Ama gittiklerinin hemen ertesi günü evlerini, komşularını özler, hemen geri dönmek isterlerdi.
Oturdukları semt güzel bir yerdi onlar için. Yaşanacak, huzur dolu bir mahalleydi. En güzeli hem okulda hem de sokakta anlaştığı, iyi arkadaşları vardı Hazal’ın.
(Sürecek)