“ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİ’NE”
“Çıkayım gideyim Urumeli’ne
Arzuhal vereyim Mehmet, beylerbeyine
Çıkayım gideyim bir uçtan uca, aman aman
Göstereyim sana canım, ayrılık nice
Aman aman, ayrılık nice…’’
-Bir Rumeli türküsü
***
“Atalarımızın mezarının olduğu ve ruhlarının dolaştığı yer bizim vatanımız. Onun için; Altaylar da bizim vatanımız, Macaristan Ovası da bizim vatanımız, Bosna Hersek de bizim vatanımız, Makedonya da bizim vatanımız, Bulgaristan da vatanımız, Karadeniz’in kuzeyi vatanımız, Kazan bölgesi vatanımız, Anadolu vatanımız, Kerkük vatanımız, Tebriz vatanımız, Bakü vatanımız… Çünkü buraların hepsinde bizim mezarlarımız var ve hepsinde bizim atalarımızın ruhları dolaşıyor.”
-Prof. Dr. Tufan Gündüz
***
“Çegan Tepesi’nde düşmeseydi Enver şehit
Talat gitmeseydi kurban bir puşt Ermeni kurşununa
Ve yaşasaydı Mustafa Kemal en az bir on sene kadar
Eğer mümkün olsa idi, çıkmasaydı harb-i sani
Kurtulduktan sonra memleket, Misak-ı Millî ‘den öte
Girer miydik yeniden, şanlı ordunun başbuğları en önde
Bizim olan ata vatan Rumeli’ye, bir kez daha Merhaba demeye”
-Mehmet Emin Ağaran, Şal, “Merhaba Rumeli”
***
(Bu yazı aslında 6-13 Ağustos 2022 tarihlerinde yaptığım Balkan gezisini anlatan bir gezi yazısı olacaktı. Fakat zamanında ayrıntılarıyla yazmadığım için şu an bir gezi yazısından ziyade bir deneme mahiyetindedir. Dolayısıyla gezip gördüğüm fakat burada yer vermediğim veya ayrıntılarıyla anlatamadıklarım için şimdiden affınıza sığınıyorum.)
Balkanlar… Bal ile kanın hemhâl olduğu, beraber aktığı topraklar…
Balkanları gezmeyi uzun zamandır düşünüyor ve istiyordum. Bunda Balkan göçmeni bir ailenin evladı olmanın etkisi büyük olsa gerek.
Türk’ün gönlündeki Balkan ve Tuna hasreti hiç bitmemiş ki zaten… Boşuna dememiş Yahya Kemal “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan, nehir varsa Tuna’dır”diye. Bir tarafımız hep yara, hep yarım, hep hasret…
İlk uğrak yerimiz Yunanistan’ın Kavala şehriydi. Ve ardından Makedonya… Sırasıyla Manastır (Bitola), Ohri ve Üsküp… Manastır’da Mustafa Kemal Atatürk’ün askerî lise eğitimini aldığı, bugün müze konumunda olan Manastır Askeri İdadisini ziyaret ettik. Müzenin bir kısmı Atatürk için ayrılırken diğer kısımları ise âdeta bir kent müzesi idi. Atatürk için ayrılan kısımda ziyaretçi defterine yazdığım şu satırları sizlere de aktarmak isterim:
“Büyük ATATÜRK,
Ana vatandan ata vatana gelip senin okuduğun, fikir dünyanın genişlediği, “Duygularımın babası” dediğin büyük şair Namık Kemal’i tanıdığın bu okulda seni hissediyoruz ve bir kere daha anlıyoruz kıymetini.
Emanetinin ebedî bekçisi olan biz Türk gençleri daima izindeyiz ATA’M!
Yaşasın Vatan! Yaşasın Vatan! Yaşasın Vatan!
‘’Ne efsunkâr imişsin ey didar-ı hürriyet
Esir-i aşkın olduk geri kurtulduk esaretten’’ –Namık Kemal”
Ardından SirokSokak… İhtişamlı binalar… Bizden bir şehir Manastır.
Mustafa Kemal’in lise yıllarında âşık olduğu Eleni’nin evi de Sirok Sokak’ta bulunuyor.Genç Mustafa Kemal, 15 yaşlarında bir delikanlı… Manastır’ın sokaklarında gezerken işte o evin balkonunda oturan Eleni ile göz göze gelir. Anlatılana göre aşk böyle başlar. Ondan sonra ise diğer günler de sık sık evin önünden geçermiş. Elenide hep Mustafa Kemal’i beklermiş. Lâkin ne yazık ki bu iki genç âşık kavuşamazlar. Bu hikâye yıllarca hep dilden dile dolaşmıştır, kuru söylentiler de eksik olmaz. Bugüne kalan tek gerçek ise Manastır’da Sirok Sokak’ta bulanan o evin ve balkonun hâlâ ayakta olmasıdır.
Havuz… “Manastırın ortasında var bir havuz, güzel havuz/ Bu yurdun kızları hepsi de yavuz” O güzelim Rumeli türküsünde, Manastır türküsünde geçen havuz mu bilinmez ama şehrin orta yerindeki havuz bize bu türküyü anımsattı. Hem varsın olmasın ne çıkar Türk’e türkü söylemek için malzemeye ne hacet…
Manastır’daki eski Türk çarşısını gezerken yüreğimizdeki o hasret bir nebze dahi olsun diniyor. Oradaki soydaşlarımızla göz göze geldiğimizde ise bir keder oturuveriyor tekrar yüreğimize. Cami avlusundaki bankta otururken bizi serinleten servinin yaprakları dahi bizdendi. Hışırtılarıyla Rumeli türküleri fısıldadı bizlere.
Bu ‘’bizdendi’’ sözünü çok tekrar edeceğim, zira gezdiğimiz yerlerin yarısından fazlasında bizden izler bulduk, yüreğimizden, hasretimizden izler…
Manastır’dan sonra ise Ohri… Balkanlar’ın cennet köşelerinden bir parça daha…
Ohri daha çok turistik bir şehir, Ohri Gölü bunun en büyük ispatı. Biz Ohri’yi gezerken,rastladığımız tarihî evleri ve sokaklarını gezerken, onları incelerken geçmişe gittik, “biz” i bulduk. Ohri Gölü’nde gerçekleştirdiğimiz tekne turunda da engin Rumeli sularını seyre daldık. Rumeli türküleri eşlik etti bize o sırada: Çıkayım Gideyim Urumeli’ne, Sözüm Var, YovanoYovanke, Jarnanna…
O gece Ohri’de konakladıktan sonra ertesi gün Üsküp’eydi yolumuz. Yahya Kemal’in doğduğu şehre, “Kaybolan Şehir”ine, Bursa’nın Şar Dağı’ndaki devamına…
Üsküp’te Vardar karşıladı bizi, Vardar Nehri… Vardar ikiye bölüyor bu şehri, Tarihî Taş Köprü (Fatih Sultan Mehmet Köprüsü) birleştiriyor. Ağustos sıcağında Vardar’ın sularının dost serinliğinde serinletiyoruz yüreğimizi. Üsküp’teki soydaşlarımızın bakışlarıyla ısıtıyoruz. TRT1 ekranlarında yayımlanan, ne yazık ki final yapan Balkan Ninnisi dizisinden de aşina olduğumuz meydanda buluyoruz kendimizi. Heykeller selamlıyor âdeta bu şehre gelenleri, büyük ve heybetli heykeller: Makedonların millî kahramanları Büyük İskender, DameGruev, I. Justinianus, GotseDelçev veSamuil’in heykelleri.
Ne acı ve hazindir ki Makedonlar kendi kültür ve tarihlerine, millî kahramanlarına Üsküp’ün tam merkezinde bu denli büyük ve gösterişli eserlerle sahip çıkarken yüzyıllar boyu Üsküp’e, Balkanlar’a büyük bir hoşgörü ve medeniyetle hâkimiyet kurmuş olan Osmanlı yani Türk kültürüne dair eserler bu kadar ön planda değil. Ne diyelim, tarihin ve kaderin cilvesi… Eğer bir gün, geçmişte “Elveda” dediğimiz topraklara ileride bir gün “Merhaba” dersek, ki inşallah diyeceğiz, işte o zaman eski ihtişamıyla yeniden var olacak medeniyetimiz orada.
Yavuz Bülent Bâkiler’in“Üsküp’ten Kosova’ya” adlı eserini okurken ne kadar iç geçirmiştim, şimdi ise kendi gözlerimle buna tanıklık etme fırsatım oldu. Bâkiler, Üsküp adlı şiirinde:
“Bir yanım İstanbul bir yanım Bursa Çeşmeler, kubbeler, kervansaraylar…
İnsan bir de vatanının sevdalısı olursaAğlar Üsküp’te çaresiz, sabaha kadar” diyor.
Üsküp’ün Türk tarafı… Türk Çarşısını gezerken, yüzümüze çarpan medeniyetimizin kokusunu buram buram hissediyoruz. Balkan Ninnisi’ndeki Köfteci Süleyman’ın köfteci dükkânını arıyor gözlerimiz. Gidiyoruz ama maalesef ki kapalı bir dükkân karşılıyor bizleri. Kısmetimizde yokmuş demek ki, çekimleri kaçırmışız. Bu tarz dizilerin, özellikle de iyi ve kaliteli yapıldıkları takdirde ne kadar başarılı olduklarını, bizlere neler hissettirdiklerini ve ne anlam taşıdıklarını geçmişte Elveda Rumeli dizisiyle gördük. Kaçımız unutabildik o dizideki sıcaklığı, Rumeli’yi, Rumeli insanını, Rumeli’deki bizi…
Yavuz Bülent Bâkiler, Bizim Türkümüz adlı şiirinde bu durumu çok güzel ifade ediyor:
“Balkanlarda büyük, öksüz kubbeler
Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar
Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan’dan beri
Üsküp’te, Estergon’da, bir atar damar gibi
Davullar, zurnalar ve serhat türküleri…
Yüzyıllardan beridir Altaylardan Tuna’ya
Bizim türkülerimizdir söylenen
Konuşan dil, bizim dilimizdir
Renk renk, nakış nakış uzayan toprak değildir
Kilimlerimizdir…”
Hani Yahya Kemal Beyatlı diyor ya, “TÜRKÇENİN ÇEKİLMEDİĞİ YERLER VATANDIR. Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar; vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir.” diye. Biz bir kez daha gördük ki gerçekten öyle; ses bayrağımız Türkçemiz nerede dalgalanıyorsa, Türkçe nerede ise orası bizler için hâlâ vatan. Balkanlar’daki soydaşlarımızın acıları, sevinçleri, hüzünleri, türküleri hâlâ Türkçe. Fakat bu elbette ki o kadar kolay olmuş bir şey değil. Oradaki Türkler milliyetleri, dinleri ve dilleri için ne kadar mücadeleler verdiler… Canları, yurtları pahasına… Ya canlarından oldularya yurtlarından. Türk olmak zor… Güzel ama zor… Her yerde olduğu gibi… Balkanlar’da da.
Makedonya dağları deyince aklıma Resneli düşüyor birden, Resneli Niyazi Bey. Niyazi Bey, 1908 Temmuz’un da dağa çıkarak Meşrutiyet’in ilanında önemli rol oynamış bir isim. Bir Hürriyet Kahramanı… Tıpkı Enver Paşa gibi…
Üsküp’ü unutmak zor… Hatırımda en çok kalan, bende bu gezi sırasında en çok iz bırakan şehir Üsküp oldu. Bir daha tekrar gidip görmek, tekrar “Merhaba” demek ümidiyle…
Makedonya, Arnavutluk, Bosna Hersek ve Saraybosna’daki cami, türbe ve çeşme kalıntıları ile Üsküp-Kalkandere’de Abdurrahman Paşa’nın hiç evlenmemiş kızları için 30 bin yumurta akı ve ağaç kabuklarıyla yaptırdığı Alaca Cami’nin, iç dekorasyon işlemesi için 7 ressamın 7 yıl uğraş verdiği bu muhteşem yapı görülmeye değerdir.
“Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yollardan” geçerek Kosova’da Murad Hüdavengidar’ın (1.Murad) şehit edildiği yerdeki türbesini ziyaret ettik ve ruhuna bir Fatiha okuduk.
Sultan Murad, Türklerin 14.yy’da Rumeli’ye geçişi ile ve daha sonra kendisinin padişahlığında Balkanlar’da önemli fetihler yapmıştır. Balkanlar’daki birçok yer onun zamanında fethedilmiştir. 1389’da Kosova Meydan Muharebesi sırasında Sırp MiloşObliç tarafından hançerlenerek öldürülmüştür.Sultan Murad harp sırasında öldürülen ilk ve tek Osmanlı sultanıdır.
Sultan Murad’ın cenazesi, Bursa’ya getirilr ve Çekirge‘deki türbesine gömülür. Cenazenin sağlıklı nakli için, iç organları otağının bulduğu yerde Kosova’da defnedilmiştir. Türkler ve İslam dünyasında Sultan Murad’a Hüdavendigar lakabı ile kutsallık derecesinde saygı beslenmesine başlanmıştır. Böylece Kosova’da hâlâ bulunan iç organlarının defnedildiği yer “Meşhed-i Hüdavendigar“adı ile ve Çekirge’de bulunan Sultan Murad Türbesi birer ziyaretgâh olmuştur. Kosova’daki türbe, Priştine–Mitroviça yolu üzerinde yer alan türbe Priştine’ye 6 km mesafededir.
Sultan Murad’ın türbesi yapıldığından bu yana türbenin bakımını, türbedarlığı yüzyıllardır aynı aile üstlenmiş ve aynı soy devam ettiriyor. O ailenin gelini olan yaşlı teyzemizin elini öperken gözlerinde gördüğüm ışıltı ve mutluluk her şeye değerdi. O teyzede, o teyzenin gözlerinde Evlad-ı Fatihan’ı gördüm. Allah ondan ve türbenin bakımını üstlenen ölmüşlerinden bin kere razı olsun.
2016 yılında bir televizyon kanalında yapılan programda yaşanan olayı aktarmak isterim:
Muhabir Kosovalı bir gence “Türkçeyi nerede öğrendin?” diye soruyor. O genç ise dikkat çeken bir cevap veriyor.Muhabirin “Kime mikrofon uzatsak, ‘Türkçeyi tam konuşamayabilirim’ yanıtını alıyoruz” demesi üzerine, “O kadar da değil, Türkçeme laf kondurtmam” diyor Kosovalı genç.
Muhabir’in“Türkçeyi nereden öğrendin?” sorusuna karşılık olarak ise:
“Sen nerelisin abi? Türk’sün. Örneğin İstanbullusun. İstanbul kaç yılında fethedildi? 1453. Kosova kaç yılında fethedildi? 1389. Şimdi Türkçeyi ben mi sana öğreteyim, sen mi bana?”
Fazla söze gerek yok…
Bosna Hersek, Mostar, Mostar Köprüsü… Önce Mostar Köprüsü’nü ziyaret ettik. Deli akan Neretva Nehri üzerinde hem zarif bir gerdanlık hem de bir kale gibi Mostar Köprüsü! Üsküp’teki Taş Köprü nasıl Makedonlar ve Türkler arasında bir köprü ise burada da Mostar Köprüsü de Boşnak ve Hırvatlar arasında bir köprü. Hırvatlar Neretva’nın batısında, Boşnaklar ise doğusunda yaşamaktadır. Öyle ki köprü, inşa edildikten sonra yakınındaki şehre ismini vermiştir, şehirde ticareti canlandırmış ve zenginleştirmiştir. Böylece Mostar, Hersek bölgesinin önemli bir şehri hâline gelmiştir. Mostar Köprüsü, cesur sporcular tarafından yıllarca bir atlama platformu olarak da kullanılmış.. Geleneğe göre şehrin erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için düğün öncesinde köprüden atlarlarmış.
1566 yılında Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından yaptırılan ve 427 yıl boyunca bir zarif gerdanlık misali orada duran Mostar Köprüsü 9 Kasım 1993’te Boşnaklar ile Hırvatlar yani Bosnalı Sırplar arasında yapılan savaşta Hırvat güçleri tarafından bombalanarak yıkılmış. Mostar Köprüsü’nün eski hâline uygun olarak yeniden inşası (TİKA) UNESCO ve Dünya Bankası‘nın desteğiyle 1997’de başlamış. Köprünün temel, beden duvarları ve zemin güçlendirilmesini Yapı Merkezi ve taş kemer inşaatını bir diğer Türk şirketi olan ER-BU üstlenmiş. Macar ordusundan dalgıçlar orijinal taşları nehir yatağından bulup vinçlerle çıkarmış. Bombardımandan ve suyun içinde bozulmaya uğramış taşlar yapıda kullanılamadığından, orijinal taşların çıkarıldığı, günümüzde kapalı olan taş ocağı tekrar bu iş için açılıp, aynı ocaktan çıkarılan taşlar köprünün yapımında kullanılmış. Orijinal modele sadık kalan şirket, köprünün temellerini de sağlamlaştırdı. 30 metre uzunluğundaki, 24 metre yüksekliğindeki köprünün kemerindeki çalışma Haziran 2002’de başlamış. Kilit taşı ise Ağustos 2003’te yerine konmuş. İnşaatı tamamlanan Mostar Köprüsü, aralarında Türkiye‘nin de bulunduğu çok sayıda devletin temsilcilerinin hazır bulunduğu bir törenle, Galle Prensi Charles tarafından 23 Temmuz 2004 tarihinde açılmış.
Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında Dünya Miras Listesi‘ne eklenmiştir.
Can Yücel diyor ya “Uzaklık ne Asya ile Avrupa ne de Avrupa ile Afrika kıtası arasında değil, iki insan arasındaki uzaklıktır”.
Yine 1571-1577 yılları arasında, Sokullu Mehmet Paşa, Mimar Sinan’a “Ağlayan Nehir” adı ile anılan Drina Nehri üzerinde 11 gözlü bir köprü yaptırtmıştır. Eni 7 metreden geniş, uzunluğu 180 metreye yakın olan Drina, Mostar Köprüsü ile hemen hemen aynı mimari şaheserdir. Her iki köprü kesme taş bloklardan yapılmıştır. Drina da Mostar gibi 1991-95 yılları arasında Bosna Hersek’te yaşanan iç savaş döneminde ciddi hasar görmüştür. Drina Köprüsü’ne ve köprünün olduğu Vişegard’a Saraybosna’dan birkaç saatlik bir yolculukla, bitmek tükenmek bilmeyen tünellerden geçerek varılabilmektedir. Ağlayan Nehir olarak bilinen Drina Nehri, Boşnak-Sırp çatışmalarında kızıl akmış. Öldürülen Boşnaklar bu nehre atılmış.
İvoAndriç’in yine Drina Köprüsü adlı eseri de köprünün yapımını ve sonrasında yaşanan olayları anlatan önemli bir edebî eserdir.
Drina ve Mostar Köprüsü yüzyıllar boyu olduğu gibi şimdi de Neretva üzerinde zarif bir gerdanlık gibi durmaya devam ediyor. Temennimiz odur ki 30 yıl önce yaşananlar bir daha yaşanmasın. Hem Mostar hem Bosnahem insanlarımız hem Balkanlar için.
1991-95 yılları arasında Sırp mezaliminde 100 bin kişi katledilmiş. Çok sayıda toplu mezarlar halen aranmaktadır.Srebrenitsa sığınağında Sırplar 18 saat içerisinde 8300 Müslüman’ı katletmiştir. Bunların %60’ı kadın ve çocuktur.
Osmanlı ve Tito zamanında Yugoslavya’da Müslüman Hristiyan çekişmesi olmamıştır. Osmanlının 579 yıl hüküm sürdüğü 6 ülke topraklarındaki hâkimiyeti 1912 yılına kadar sürmüştür.
Burada bir kez daha iki milletin milliyetçilik anlayışındaki farklar çok açık şekilde görülüyor.
Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da ise tarihî Başçarşı’yıziyaret ettik. Çeşmelerinden Bakan Dağları’ndan gelen buzgibi suyunu içtik. Bosnalı Müslümanların bağımsızlık mücadelesinin lideri ve 1992’de yeni bağımsızlığını kazanan Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin ilk başkanı olan Aliyaİzzetbegoviç’in kabrini ziyaret ettik ve Fatiha okuduk. O sırada aklıma şu anekdot geldi, Aliya’nın en yakınlarının aktardıklarına göre:
“Bosna Savaşı esnasında, Osmanlı yadigârı Mostar Köprüsü’nün bulunduğu Mostar şehrinde Hırvat komutanla görüşen Aliyaİzzetbegoviç’e, komutan, tehdit havasında dağın tepesine dikilen devasa büyüklükteki haçı göstererek ‘Bak, biz haçı nasıl diktik. Şimdi sizin hilâlden daha yukarıda bir haçımız var. Bunu kaldırmaya gücünüz yeter mi?’ diye manalı bir soru sorar. Aliyaİzzetbegoviç de bu söz karşısında meseleyi gülümseyerek geçiştirir, ‘Hele bir gün geceye dönsün’ der.
Akşam karanlığı basınca da onu dışarıya davet edip şahadet parmağını göğe kaldırarak tüyleri diken diken eden şu sözleri söyler: ‘Sayın komutan, şimdi sen de bir semaya bakıver! Şu hilâli ve yıldızı görüyor musunuz? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne kadar yükseklere haç dikseniz de onu geçemezsiniz ve asla onu oradan da indiremezsiniz. Onlar semada olduğu müddetçe biz de inşallah varlığımızı devam ettireceğiz!..”
Srebranitsa’da, Bosna’da yaşanan zalimlikler, soykırım ve katliamlar; Balkanların ve Balkan Türklüğünün ortak kaderi galiba… Yazının başında da dedik ya Balkanlar bal ile kanın hemhâl olduğu topraklar diye… Yapılanları unutmamalıyız. Tarihin hiçbir döneminde kin güden ve zulmeden bir millet olmadık evet ama asla bu yapılanları unutmamalıyız. Unutursak, ders almazsak tekrar aynısını yaşarız. Aliyaİzzetbegoviç dediği gibi “Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”
Prof. Dr. Tufan Gündüz’ün 2009 yılında Bosna Hersek’te yaşanan bir olayı şöyle aktarıyor:
“Bana çok kişi, bu hikâyeyi siz mi yazdınız diye sordu. Hayır, ben yazmadım. Bosna’da hâlen görev yapan askerlerimizden, bir üniversitede misafir öğretim görevlisi olduğum sırada bizzat dinlediğim bir hikâye.
Bizim oradaki askerlerimiz özel olarak yardıma muhtaç köy ve okulları dolaşıp gerekli yardımlarla donatıyorlar. Dolaşırken bir köyün muhtarına gidip kimlere yardım edilebileceklerine dair liste istiyorlar. Yardım paketleri de Türkiye’den paketlenip askeri kargo uçağıyla oradaki gümrük işlemlerine takılmasın diye aktarılıyor. Bir köye gidiyorlar. Köyde listeye göre dağıtım yapılıyor. Fakat köyün ileri gelenlerinden biri diyor ki ‘Biz size listeyi verdiğimiz sırada yardıma muhtaç olan bir teyze var onu unutmuşuz’. Teyzenin evi de biraz tepelik bir yerde köyün dışında. Oranın köyleri de bizim Karadeniz köyleri gibi dağınık ve uzaktır.
Bizim subaylarımız da ‘Tabii ki yardım edebiliriz’ diyorlar. Velhasıl bizim subaylarımız, bir yüzbaşımız ve bir binbaşımız, kar diz boyu olmasına rağmen kutuları omuzluyorlar. Güç bela oraya kadar ulaşıyorlar. Kapıyı çalıyorlar ve karşılarında bir teyze… Daha kapıyı açar açmaz ‘Türk müsünüz?’ diye soruyor. Bizimkiler de ‘Türk’üz’ deyince,‘Geleceğinizi biliyordum’ diyor.
Yüzbaşımız ve binbaşımız duygusallaşıyor ve ‘Vefalı Türk geldi yine, selam Türk’ün bayrağına’ marşını söylüyorlar.
Bizim geleceğimizi bilen milyonlar var. El-Bab’taki, Halep’teki, Başika’daki, Musul’daki, Pakistan’daki ve Makedonya’daki de bizim geleceğimizi biliyor. Bizim sancağın gölgesi o kadar kuvvetli düşüyor ki, biz oralara gitmek zorundayız. Tarih bizi çağırıyor. O teyze bizi nasıl bekliyorsa milyonlarca teyze onun gibi bizi bekliyor.”
İşte, “Türk kimdir?” sorusuna verilecek en güzel cevap!
Sofya… Bulgaristan’ın başkenti. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanı iken Bulgar Kooperatif Tiyatrosu öğrencilerine“Gençliğimi bıraktım Sofya’da. Bir kız sevdim ama bana vermediler” dediği şehir.
Balkan Savaşları sonrasında 1913 yılı Kasım’ında Sofya’ya askeri ataşe olarak atanan Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal, Bulgar ordusunun ünlü generali, Savunma Bakanı StylianKovaçeva’nın 20 yaşındaki kızı DimitrinaKovaçeva’yla (Miti) ile bir baloda karşılaşır. Yabancı diplomatlar, İsviçre’de eğitim görmüş, üç dil bilen, piyano çalan ve dans pistlerinde paylaşılamayan güzel Miti’ye“Balkan Gülü” adını takmıştır. Mustafa Kemal, bir baloda Miti’yi dansa kaldırır ve o gece Strauss’un“Güzel Mavi Tuna” valsi eşliğinde sabaha kadar dans ederler. Sofya’yı sarsacak aşkın ilk kıvılcımları başlamıştır, Miti ve Mustafa Kemal sık sık görüşür, birlikte buz pateni yaparlar. Ancak, ilişkileri 1914 Sofya’sına esrarengiz, mutlu ve umutsuz bir aşk çıkmazı olarak damgasını vuracaktır, Bulgar sarayından gelen baskılar ve general baba Kovaçeva’nın kızının Osmanlı’daki yaşama uyum sağlayamayacağı gerekçesi yüzünden, görüşmeleri ve büyük aşkları maalesef sona erdirilmiştir.
O’nun meşhur yeniçeri kostümlü fotoğrafı da yine Sofya’da katıldığı bir baloda çekilmiştir.
Mustafa Kemal’in Sofya’da hayatı çok güzel geçiyordu, sürgün hayatındaydı ama, diplomatik misyonların davetleri, ziyafetler, açılışlar, akşam yemeklerindeki konuşmalar Fransızca lisanını iyice geliştiriyordu. O günler için Mustafa Kemal şöyle söylüyordu; “Memleketim için ne gerekiyorsa, buradan yapmaya çalışıyordum, arkadaşlarımla yazışmayı hiç aksatmadım zaman bizim gelecekteki planladığımız zamanımızı bekliyordu.
‘Bir gün, Sofya’nın müzikli bir çay bahçesinde birden yanı başıma bir Bulgar köylüsü geldi.Garson, onunla ilgilenmekten hoşlanmadı, köylü: ’Bulgaristan, benim çalışmamla yaşatılıyor, Bulgaristan benim tüfeğimle korunuyor, verin çayımı pastamı, alın parasını’ dedi ve bende o gün köylüden yana çıktım ve kendi kendime dedim ki, ‘İşte ilerde benim de köylüm böyle olmalı, evet işte böyle olmalı.’
Onunla o dönemler çok sık beraber oluyorduk, ne zaman çağırsa her seferinde ona giderdim, harika müzik eşliğinde nefis danslar yapardık, ondan çok hoşlanırdım, konuşmalarımızda konu zaman zaman dönüp dolaşıp siyasete gelince de ona ‘idealim olan kadın erkek eşitliği ve en önemlisi de kadınların seçme ve seçilme hakkı ve netice olarak kadınların her türlü özgürlüğü olmalı, Dimitrina’ derdim. Dimitrina da ‘Bu Avrupa’da bile yok ki Mustafa, Türkiye’de ne zaman olur? Çok zor çok zor.’ derdi ama ben de ona bu konuyu her açtığımda aldığım bu cevaba karşı, ‘Çok yakında, Dimitrina, hem de çok yakında… Ülkemde kadınlar, yeniden kendilerini doğuracaklar, yeniden kendilerini yeni bir hayata geçecekler’ derdim.”
Çok değil, yaklaşık 10 yıl sonra Türkiye’de de gerçekleşir bu dedikleri
Miti 1966’nın 7 Ağustos gecesinde vefat eder. Ağır hastadır, zor konuşur. Başında bekleyen kız kardeşi Olga’ya mırıldanır: “Biliyor musun? Rüyamda onu gördüm, galiba nihayet Mustafa Kemal’e kavuşuyorum…”
Daha hassas dolaştım Sofya’da, Bulgaristan’da. Daha hisli. Sadece bu olay değil beni hisli yapan. 34 sene önce kalkıp gelmiş bizimkiler oradan. O yüzden orası hâlâ bizim topraklar. Tıpkı diğer Rumeli topraklarının hâlâ bizim ve bizden olduğu gibi.
Bulgaristan Komünist Partisinin (BKP) ve lideriTodorJivkov tarafından Bulgaristan’daki Türklerin zorla adları değiştirilmiş. Türkçe konuşmaları ise yasaklanmış. Jivkov rejiminin “Yeniden Doğuş” adını verdiği esas asimilasyon kampanyası 1984-1985’te başlatılmış. Rejimin uluslararası alanındaki propaganda tutumuna göre, sözde “farklı etnik şuura sahip olan vatandaşların, yanılgılarının farkında olup, gönüllü olarak Bulgar soyuna doğru dönüş yapmak istedikleri” öne sürülmüş. Bu sürece karşı çıkan Türk aydınlarını ise Belene Kampı gibi sürgün kamplarına göndermiş ve türlü işkencelere maruz bırakmıştır. TodorJivkov döneminde yaklaşık 300.000 Türk’ün bir kısmı sınır dışı edilmiş, bir kısmı da dış baskılara dayanamayıp Bulgaristan’ı terk etmiştir. Ülkeyi terk edenlerin büyük çoğunluğu Türkiye‘ye göç etmişlerdir.
2019 yılında vizyona giren, millî haltercimiz Naim Süleymanoğlu’nun hayatını anlatan Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu filmi de Bulgaristan Türklerinin o dönemde yaşadığı mezalimi çok güzel bir şekilde anlatıyor. Ki Zaten Naim Süleymanoğlu da Bulgaristan Türklerinin sesini tüm dünyaya duyuran ve buraya gelmelerinde çok büyük payı olan bir halterciden ziyade adeta millî bir kahramandır.
1989’da Bulgaristan’daki Türklerin Türkiye’ye göç etmesinin ardından Bulgaristan’da şu an daha net görülen ekonomik durumda göz önünde bulundurulduğunda zamanın idarecilerinin ülkeleri için ne kadar büyük bir hata yaptıkları aşikâr.
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç eden Türkler için birtakım kendini bilmezTanrı Dağı kadar Türk ve Hira Dağı kadar Müslümanlarımız(!)tarafından bazen, “Bulgar, Bulgar Türkü” gibi ifadeler kullanılıyor. Hatta bazen o kadar hayasızlaşıyorlar ki Arap mülteciler ile dahi bir tutma noktasına gelebiliyorlar. Onlara Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın şu satırları yeterli, eğer anlayabilirlerse:
“Birtakım insanlar diyor ki ‘Rumelililer gelip yerleşirken iyi de Suriyeliler gelince mi kötü oldu?’ E yani onlara da selam söyleyelim ama Rumeli’deki anavatanın içinden gelen insanlar sizin mütalaanızın haricindedir. Haddinizi bilin.
Suriyeliyi tutacaksan, burada kalsın diyeceksen kalsın, fakat kalkıp ama sizde zaten Rumeli’den geldiniz, yok adalardan geldiniz demesin. Nereden geleceklerdi ki, Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’da bir sürü yerleri almadan evvel çoktan Tuna’yı bulmuş. Fatih’in zamanında devlet-i Aliyye’nin sınırları neresiydi?
-Bosna Hersek, Arnavutluk, Yunanistan’ın aşağısına inmişiz yani, bitmiş. Bulgaristan 1395’ten beri, yani bugünkü Bulgaristan, artı Eflak-Boğdan ve Kırım karşıda. Kırım zaten Türklerin oturduğu yakın bir yer, şimdi bunlar elimizdeyken yıl 1460, yani çoktan tamamlanmış.
Bu son derece densizlik. Burada sırf cehalet değil, bana göre cehaletle beslenen etnik eğilimler var bu çok tehlikeli. Kendi adını, kendi kültürünü koymamış insanlar bir şeyi yalıyorlar yani. Türk unsuruyla çok uğraşmaya başladılar. Bu sağlıklı değil, bu beni çok ürkütür.”
Dertleri çok açık. Meclis ilk açıldığında Selanik bizim topraklarımıza dâhil olmadığı için Atatürk’ün milletvekili olmasına engel olmak isteyenler olmuştu. Bunlar da o yoldan devam ediyorlar.
Unutulmasın ki Bulgaristan’dan göç eden Türkler keyifleri için değil Türkçe isimleri ellerinden alındığı ve dini inançlarının yaşanması engellendiği için buraya geldiler. Türklükleri ve Müslümanlıkları için!
Sofya’da konakladıktan sonra sabah Filibe’yi (Plovdiv) ziyaret ettikten sonra Kapıkule’den Türkiye’ye giriş yaptık.Atavatandan anavatana… Şu mısralar döküldü dilimden:
“Gelse de Rumeli elveda sırası
Gölgenden uzak atar mı yüreğim?”
Gezi bitti ve Rumeli’ye, Balkanlar’a bir kez daha “Elveda” demek zorunda kaldık. İnşallah bir gün tekrar “Merhaba” deriz yıllar önce “Elveda” dediğimiz, demek zorunda kaldığımız topraklara. Elbet bir gün…
Trakya Demokrat Gazetesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.