ŞEHİRLERİMİZ SANATÇI RUHUYLA İMAR EDİLMELİ
Geçtiğimiz yıl eşimle birlikte Ege ve Akdeniz Bölgesi’ndeki birçok şehri gezdim.
Büyükşehir, il-ilçe, köy-kasaba demeden, gönlümüzün götürdüğü yerlere gittik. Kent merkezlerini, dağları, ormanları, kıyıları, tarihi ve turistik yerleri gezdik. Dağa çıktık, deniz kenarlarındaki kumsallarda yürüdük.
Kendimizi kısıtlamadan, sınırlama, yönlendirme olmadan kafamızın estiğince dolaştık.
Bu gezi sırasında gördüğüm yerleri, konuştuğum insanları, şehirleri hep birbiriyle kıyasladım. Genel bilgi ve tecrübelerimi yenileriyle harmanladım. Ve nihayetinde şu sonuca vardım; memleketin neresine gidersen git, sanki her şey aynı olmuş.
İstisnalar elbette ki kaideyi bozmaz, ama yöresel kültür birçok yerde hemen hemen kaybolmuş durumda. Davranışlar, olaylara bakış açısı, beklentiler, insan ilişkileri öylesine iç içe girmiş ki çoğu şey basmakalıp bir hale gelmiş, birbirinin kopyası, taklidi olmuş.
Şehirlerimize gelince; inanmazsınız ama ben artık gezdiğim yerlerde gördüklerimin hangisinin hangi şehirde olduğunu karıştırmaya başladım. Sahile iniyorsun bir gün önce gittiğin yerin aynısı. Binalara bakıyorsun kalıptan çıkmış gibi dört tane düz duvar, bir iki balkon ve pencerelerden ibaret, kat kat apartmanlar.
Tabii bu düşüncelerimi yalnızca bu gezimde gözlemlediklerimle yetinerek ifade etmiyorum. Bu yaşıma gelene kadar Hatay, Adana, İzmir, İstanbul, Muğla başta olmak üzere ülkemin birçok büyükşehrinde yıllarca yaşadım. Gazeteci olarak birçok yeri gezdim, gördüm, inceledim.
İnceledim diyorum, çünkü ben öyle yolda, kaldırımda, sahilde yürürken, dolaşırken birçokları gibi “bakar kör” davranmam. Baktığım yeri görür, hafızama kazırım.
Hatta ilk kez gittiğim bir şehrin en yüksek yerine çıkar, oraya mutlaka kuşbakışı bakarım ki nasıl bir görünüme sahip, ana caddeler nereye çıkıyor, meydanı, denizi, gölü, nehri, binaları hangi tarafta diye beynime not ederim.
Çok ilginçtir, şehirlerimiz de, köy ve kasabalarımız da neredeyse birbirinin aynısı olmuş. Temel coğrafi farklılıklar dışında özgünlük yok, akılda kalıcı yeni bir binası yok.
Tarihi eserler dışındaki tüm binalar tornadan çıkmış gibi. Yollar, kaldırımlar, parklar, bahçeler kopyala yapıştır türünde. Kafesi de aynı, marketi de, manavı, lokantası da. Farklı mimarisi olan, sanat eseri değeri taşıyan, akılda kalacak özellikte bir yapıyı ara ki bulasın
İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi şehirlerimizi zaten betona gömmüşüz de, farklı olduklarını düşündüğümüz şehirlerde de dip dibe yükselen hilkat garibesi binaları görünce, insanın, “bunları kim, hangi düşünce, hangi bakış açısıyla yapıyor?” diyesi geliyor.
Kısacası, şehirlerimizin farklı bakış açısıyla planlanmasını ve gelişmesini sağlayacak, özgün bir kentsel ruh oluşmasının yolunu açacak, topluma da bu yönde rehberlik edecek sanatçı ruhlu yerel yöneticilere çok ihtiyacımız var.
Bu arada mevcut tarihi yapılardan birçoğu da bakımsız ve ilgisiz bırakıldığı için ne insanların kullanımına açılıyor ne de turizme kazandırılıyor. Bu da beni üzen çok önemli bir olay.
Bazen kendi kendime, “burası yabancıların elinde olsaydı neler yapmazlardı neler” diyorum. Gerçekten de biz neden yapamıyoruz acaba?
Şehirlerimizin sanatçı ruhuyla imar edileceği günleri dört gözle bekliyoruz.
Trakya Demokrat Gazetesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.