BİR GAZETECİ YETİŞTİREYİM DEDİM
Mesleğe hevesli genç arkadaşlarımın gazetecilikte başarılı olmaları için her zaman destek verdim. Onlara bildiğim çok şeyi öğretmek için çabaladım. Öğrenenler de oldu, daha yolun başında “bu iş bana göre değil” diyerek, kopup giden de.
Zaten bu işi yapacak olan en başından kendini belli ediyor. Öncelikle hırslı, azimli, söyleneni dinleyen, araştırmacı, sorgulayan ve de zeki insan gerek bizim meslek için. Öyle herkes kolay kolay gazeteci olamaz. Olur da, olmaz. Ayrıca kitap okuyacak, etrafından haberi olacak, kulağı delik olacak, ilgili, meraklı, kişilikli biri olacak.
Ben de böylelerini bulduğum anda bırakmam. İçinde biraz heves görsem, elinden tutarım.
Bu şekilde yetiştirdiğim çok genç arkadaşım oldu. Başarılı haberlere imza atıp, kendilerini kabul ettirdiler.
Halen birçok yaygın ve yerel gazetede emek verdiğim gazeteci arkadaşım işini başarıyla yürütüyor. Ben de onlarla gurur duyuyorum.
Ancak bazen karşımıza farklı davranış ve kişilikte olanlar da çıkıyor. Çok hevesli, çok girişken ve tuttuğunu koparan biri olduğunu sanıp, elinden tutmaya çalışıyorum. Fakat durum sanıldığından farklı da çıkabiliyor. Tıpkı Cahit de olduğu gibi.
Cahit, gazetede ofisboy olarak çalışmaya başladığı ilk günlerden itibaren etrafımda fır dönüyordu. “Abi bir isteğin var mı?”, “abi çay yapayım mı?”, “abi marketten bir isteğin var mı?” diyerek, kendini bana gösteriyordu.
Önceleri işini iyi yaptığını sansınlar, çalışkan çocuk desinler de, sahip çıksınlar diye yapıyor sandım.
Ama sonunda baklayı ağzından çıkardı. Bir gün yanıma gelip, biraz da sıkılarak, “abi, ben gazeteci olmak istiyorum. Lütfen bana bildiğin her şeyi öğret. Bir dediğini iki etmem” dedi.
Çocuk çok istekliydi. Çocuk dediğime de bakmayın, lise son sınıf öğrencisi.
Tamam dedim. Bu çocuk benim işime yarar. Zaten bir muhabire de ihtiyacımız vardı. Ben bunu yetiştiririm. O da bizim yetişemediğimiz yerde işlere destek sağlar.
Ayrıca kısa yoldan meslek sahibi olur, hayatını kazanır diye düşündüm. Yoksa böyle oraya git, şunu getir, bunu al, gazete dağıt, bir şey olacağı yoktu. Hem tanıdık bir arkadaşın da oğluydu.
Bildiğim kadarıyla okuldaki dersleri de pek iyi değildi. Belki biraz emek verirsem, gazete dağıtıcılığından muhabirliğe terfi edebilirdi.
Cahit gözümün içine bakıyordu. Öylesine istekli biriydi yani. Bir, iki küçük iş yaptırarak denemek istedim. Söylediği gibi çabalarsa emek verecektim. Yoksa boş yere uğraşmak istemiyordum.
Bir ara canım balık istedi. İşyerine yakın balıkçının önünden geçerken selam verip, yarım kilo hamsi, bir tane de levrek siparişi verdim. “Akşam eve giderken alırım” dedim.
Büroya geldim. Cahit yine etrafımda dönüyordu. Daha masama oturur oturmaz önüme bir çay koydu. “Bir isteğin var mı abi?” diye sordu. Teşekkür ettim.
Her günkü gibi rutin işlerle uğraşıp, saatleri geçirdikten sonra, akşama doğru Cahit’i yanıma çağırıp, “balıkçıya yarım kilo hamsiyle, bir tane levrek siparişi vermiştim. Onu al da gel” dedim.
“Tamam abi” dedi, koşar adım çıktı.
Yalnız bu çocuğun bir sorunu vardı. Hızlı biri gibi görünüyordu fakat gittiği yerden çabuk gelmiyordu. Bu defa da öyle yaptı. Bekle bekle gelmez.
Bürodan çıktım. Yol kenarında, kaldırımda durup Cahit’i bekledim. Geciktiği için öfkelenmedim desem yalan olmaz.
Biraz sonra geldi. Yanıma yaklaştı. Ama elinde balık yoktu. “Abi, kimse hamsi siparişi vermemiş. Balıkçı da ayırmamış” dedi.
Şaşırmıştım. Ama zamanım olmadığı için balıkçıya da gidip, “neden ayırmadın?” diye sormadım.
Ancak ertesi gün önünden geçerken, “ben, size dün ‘yarım kilo hamsiyle, bir tane levrek ayırın’ demiştim ama çocuğu gönderdim, ‘yok’ demişsiniz. Neden?” diye sordum.
Adam Cahit’i hatırladı ve “beyefendi, o arkadaş, bana, ‘iki kilo hamsiyle, bir kilo kefal ayrılmış, onu istiyorum’ dedi. Tabii öyle bir sipariş veren olmadığından, gönderenin siz olduğunu anlayamadım” diye cevap verdi.
Şaşırmıştım. Galiba bir yanlış anlaşılma var deyip, büroya geldim. Cahit bilgisayar başında oyalanıyordu. Yanıma çağırdım, sordum;
“Sen, dün balıkçıdan ne balığı istedin aslanım?”
“Abi, sen ne dediysen onu istedim.”
“Ben ne istedim peki?”
Biraz düşündükten sonra cevap verdi.
“’Bir kilo çipurayla, bir tane kalkan balığı ayırttırdım, git al gel’ dedin ya abi.”
Gülümsedim. Başka bir şey söylemedim. Kızmadım, azarlamadım. “Peki, işine bak” dedim, yanımdan gönderdim.
O günden sonra Cahit çok peşimde dolaştı ama bende ne onu bir yere gönderme cesareti, ne de gazeteci olmasına katkı sağlama isteği vardı. Nasıl olsun ki?