Kulağımdaki buğday tanesi
Tarlaya buğday ekildiğinde bize pek iş düşmezdi. Hasat zamanı biçerdöverler gelir, bir günde işi bitirir, giderlerdi.
Buğday hasadı yapılırken ben, tarlanın orta yerine yığılan buğday tanelerinin tepesine çıkar, oradan aşağıya kayardım. Oyun alanı olurdu benim için buğday tepeciği.
Annem buğdayın içinde oynamama kızardı;
– Çık buğdayın içinden, kulağına kaçacak, derdi.
Hiç dinlemezdim, onu. Ama bir gün dediği oldu ve gerçekten de kaçtı.
İlhan ağabeyim kürekle buğday tanelerini savurup, havalanmasını sağlarken, ben de önünde oynuyordum.
O savurdukça, yere düşen tanelerin altında duruyor, buğdaylar yağmur gibi başıma dökülüyordu. İşte o an nasıl olduysa kulağıma bir buğday tanesi kaçtı. Parmağımla çıkartmak isterken daha da ileriye girince korkudan ağlayarak annemin yanına gittim.
Annem önce güzel bir azarladı beni. Sonra kulağımın içine baktı, bir şey göremedi. Akşama doğru kulağım ağrımaya başlayınca, buğday tanesi kayıp düşsün diye kulağımın içine ılık zeytinyağı akıttı. Ama çare değildi. Sabaha kadar uyuyamadım. Tabi ki annem de…
Ertesi gün annem, babama;
– Çocuğu bir doktora götürelim, dedi.
Babam pek önemsemiyordu, kulağımdaki buğdayı,
– Biraz daha bekleyin, kendiliğinden düşer, dedi.
Ancak annem diretince götürmek zorunda kaldı.
Beni ata bindirdi, iki ağabeyimi de yanımıza alıp yola çıktık. Bir saatten fazla sürdü yol. Toprak yol bitip, asfalta çıktığımızda, babam, beni attan indirip, Ramiz ağabeyime atla birlikte eve dönmesini söyledi.
Ağabeyim, ata binip, koşturarak gitti. Babam ve Aslan ağabeyimle yol kenarında bir süre bekledikten sonra uzun burunlu bir minibüse binip, ilçeye geldik.
Tepeden aşağıya kıvrılarak inen yoldan ilçeye girerken ilk kez deniz gördüm. Masmaviydi.
Doktor kapısından girerken içimi korku kaplamıştı. Annemin sözünü dinlemeyip buğdaylar içinde oynadığıma pişman oldum.
Doktor, beni bir koltuğa oturtup, kulağıma önce ince uçlu huni gibi bir şey, onun deliğinden de cımbıza benzeyen bir alet soktu. Biraz uğraştıktan sonra cımbızın ucunda buğday tanesini gördüm. Çıkarmıştı.
Avucuma koyup;
– Al bunu sakla. Bir daha da yaramazlık yapma, dedi.
Aslan ağabeyim, buğday tanesini elimden alıp, küçük bir kağıda sardıktan sonra gömleğinin cebine koydu.
– Bunu anneme götürelim de, görsün. Gözüyle görmezse imkanı yok çıktığına inanmaz, dedi.
Doktorda işimiz biter bitmez köye dönmek için yola çıktık.
O olaydan sonra bir daha buğday savrulurken içine girmedim. Zaten İlhan ağabeyim de hiç suçu olmadığı halde annemden bir ton azar işitmişti.
Köyde yaşam böyle sürüp giderdi. Ne oyun parkı vardı, ne spor sahası ne de salıncak ya da kaydırak. Bayırdan aşağı kayar, ağaç tepelerinde kalan bademi, cevizi sapanla düşürmeye çalışır, koyun keçi yavrularıyla arkadaş olurduk…
Düşe kalka büyüsek de, her düştüğümüzde dizlerimiz yara bere içinde kalsa da soluduğumuz hava, yediğimiz yemek, içtiğimiz su temizdi, bereketliydi, sağlıklıydı.
Hayat sanki o zamanlar daha bir güzeldi… Ya da çocukluk günlerimi öyleydi acaba?