ÇOCUKLUK İLKBAHARDIR (1)
Zil çaldı, ilkokulun bahçesinde oynayan öğrenciler ana binanın kapısına doğru koşturdu. Kapıdan birbirlerine çarparak girdiler. Sınıflarına girince, sıralarına oturup, biraz sonra gelecek öğretmenlerini beklemeye başladılar.
Okul yeni açılmıştı. Uzun bir tatilden döneli daha birkaç gün olmuş, yeni bir döneme, yeni bir öğretmene alışmaya çalışıyorlardı. Yaşları da bir yaş büyümüştü. Artık bir ve ikinci sınıfların ağabeyi ve ablası sayılırlardı.
İki yıl ne kadar çabuk geçmişti. Daha dün gibiydi anne ve babalarının elini tutup, okulun kapısından girmeleri. Onlar, kendilerini bırakıp dönerlerken ağlamak gelmişti içlerinden, hatta birçoğu kendini tutamayıp ağlamıştı bile.
Öğretmen sınıfın açık olan kapısından girdi, masasına doğru ilerledi. Orta yaşta, uzun boylu, zayıf bir kadındı. Kumral, kısa saçları vardı. Güleç yüzlü, kolay öfkelenmeyen, sevecen ve çocukları kendi evladı gibi sahiplenip, seven ve bildiklerini öğretmek için çaba harcayan biriydi.
“Günaydın çocuklarım” dedi, sandalyesine oturmadan.
Ayakta bekleyen öğrenciler hep bir ağızdan “günaydın öğretmenim” diye karşılık verdikten sonra, öğretmenin “oturun” komutuyla yerlerine oturdular.
Hepsi gözlerini öğretmenlerine dikmiş, ne söyleyeceğini dinlemek için kulaklarını açmışlardı.
Onlar öğretmenlerini tanımak isterken, öğretmenleri de onların isimlerini, yaşlarını, kimin çocukları olduklarını, nerelerden geldiklerini ve nasıl biri olduklarını öğrenmek istiyordu. Ama bu biraz zaman alacaktı.
En başta herkesin ismi, yaşı ve biraz da aile yapısı öğrenilecekti ama esas kişiliği, özellikleri, davranışları zamanla ortaya çıkacaktı. Hatta kişilikleri bu sıralarda şekillenecek, yeni yeni davranışlar edinecek, ileri yaşlara burada hazırlanacaklardı.
Şimdi her biri bir ağacın meyvesi gibiydiler. Her biri bir çiçeğin dalı, yaprağı, yeni yeni açılmaya başlamış tomurcuk bir güldüler.
Önlerinde uzun bir zaman, bu zamana sığdıracakları o kadar çok olay vardı ki.
Hayat bu! Kaderlerinde ne varsa onu yaşayacaklardı. İyi ya da kötü. Belki uzun bir ömür sürecekler, belki de daha açmadan solacaklardı. İyi beslenir, iyi eğitim görür, ilgi ve sevgi içinde yaşarlarsa, olmaları gereken özelliklere kavuşacaklar, yoksa bir yerleri eksik, yarım kalacaktı.
En başta onları dünyaya getiren anne-babaları olmak üzere, öğretmenleri, kardeşleri, arkadaşları hayatlarına hep etki edecek, belli bir şekil almalarında etken olacaklardı. Ama onların hiçbiri şimdi ne bunları düşünecek ne de anlayacak yaştaydılar.
İlkbahar hiç bilir mi ki bir gün bitip, yerini yaza devredeceğini, yaz kabul eder mi sonbaharla yer değiştireceğini ya da sonbahar “ben gideyim de, artık kış gelsin” der mi? Mümkün değil. Ama dünyanın devri döngüsü böyle başlamış, milyarlarca yıldan beri de böyle devam ediyor. Dünyadaki her canlı da bu döngü içinde yerini alıp, ömrünü tüketiyor.
Öğretmen Nergis Hanım, bugün bunları anlatmayı tasarlamıştı kafasında. Önlerinde çok uzun bir dönem vardı. Daha okulun ilk günlerinden öğrencilerini derse boğup, bıktırmak istemiyordu. Zaten hala tatil modundan çıkmamışlar, akılları hep denizde, yaylada, gezmede tozmada kalmıştı.
Yavaş yavaş, alıştırarak girecekti derslere. Zaten bir girdimi kolay çıkamıyorlar, sınav sınav üstüne, çocukların canı çıkıyordu.
Bazen güle oynaya bir sohbet etmeyi bile özlüyor, kendi halini bırakıp, öğrencilerinin durumuna üzülüyordu.
Yarış atı gibi devamlı koşturuyorlardı. Daha iyisi, daha güzeli, daha büyüğü, daha üstünü derken zaman akıp gidiyordu. İstiyordu ki her yaşın güzelliği o yaşta yaşansın. Her gün dolu dolu geçsin, boşa gitmesin ama geçerken de ömürden birkaç günü de beraberinde götürmesin.
Çantasından kalemini, defterini çıkarıp masanın üzerine koyduktan sonra oturduğu sandalyeden kalkıp, sıraların arasında dolaşmaya başladı.
Sınıf mevcudu otuza yakındı. Devlet okuluydu. Öğrenciler de ekonomik durumu orta halli, kültürel yapısı da değişik düzeylerdeki ailelerin çocuklarıydı.
Sonra hepsinin göreceği şekilde ön tarafta durup,
“Şimdi size bir soru soracağım, iyi düşünün ondan sonra cevap verin, acele etmeyin” dedikten sonra, “söyleyin bakalım, şuan hangi mevsimdesiniz?” diye sordu, sınıfa.
Şaşırtmalı bir soru sorarak, konuya girmek istemişti. Anlatmak istediği konuya dikkat çekip, ilgi uyandırmak için biraz beyin fırtınası yaratmayı düşünmüştü.
Tüm öğrencilerin parmaklarını havada gördü. Hepsi doğru cevabı biliyordu. Çalışkan çocuklardı zaten. Böyle bir soruya doğru cevap verememek de olmazdı.
Ama bazen bir soruyu cevaplamadan önce biraz düşünmek gerekiyordu.
Çünkü günlük yaşamda kullanılan konuşma kalıpları, cümleleri ya da soru ve cevaplar benzeşiyor, bu yüzden daha cümlenin başı söylenince ne demek istenildiği anlaşılıyor, hemen karşılık veriliyordu. Çocuklar da öyle davranmıştı.
Fakat bu soruyu soran bir öğretmendi ve işi öğretmek, eğitmekti. “Hangi mevsimdesiniz” sorusu onun için başka anlam taşıyordu.
Çocuklar ise, okullar yeni açıldığına ve tatilden de yeni döndüklerine göre elbette ki sonbahardayız diye düşünüyordu. Önlerinde kış vardı. Yine üşüyeceklerdi.
Hepsi bu düşünceler içinde kaldırmışlardı parmaklarını.
(SÜRECEK)