Olgunluk meselesi
Bazı insanlara hatalarını telafi etmeleri için zaman verdikçe, kendilerini daha da haklı görmeye başlıyor. Sabrettikçe, sabır denen üstün meziyeti daha da zorluyorlar.
Çünkü bunlar; yaptıkları her yanlışın karşılığında tenkit edilmiş, her hatasının bedelini ceza çekerek ödemiş, hoşgörüden uzak yetiştirilmişler. Onlara hatalarını düzeltmesi için zaman verilmemiş, adımını yanlış yöne attığında uyarılmamış ve doğru yol gösterilmemiş. Hep eleştirilmiş, hep eziyet edilmiş, hep örselenmişler.
Bu yüzden de hayata karşı hınç dolu, intikam hırsıyla büyümüş, büyütülmüşler. Sonuçta belli bir yaşa gelip, toplumun erişkin bireyleri olunca da, o güne kadar gördükleri muamelelerin tersi bir davranışla karşılaştıklarında bocalıyorlar. Ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar.
Ve hücrelerine kadar işlemiş, kişiliklerine şekil vermiş, alıştıkları davranışları tekrar ediyorlar. Ne hatalarının farkında oluyor, ne de hoşgörünün manasını biliyorlar.
İnsanlar da zaman zaman güzel ve iyi davranışlarla eğitilmemiş, çevresinde bu tür kişilerle birlikte yaşamamış, yaşama şansı bulamamış olanlarla yaşamı paylaşmak zorunda kalıyor.
Ve istiyoruz ki zararın neresinden dönerlerse onlar için kardır, bunu fark etsinler, fark etmeleri için zaman verelim, hoşgörülü olalım, örnek olalım, “olmayanları” olduralım.
Ama bir türlü olmuyor. Tıpkı ham armut gibi dalında olgunlaşmadığı için ya eziliyor, ya da çürüyorlar. Veya yiyenin ağzının tadını bozuyorlar.
Aslında hayat en iyi heykeltıraştan çok daha iyi bir yontucudur. İnsanı öyle bir yontar ki, tıpkı azgın bir nehrin önüne kattığı koca bir kaya gibi dağlardan yuvarlanarak inerken, tüm çıkıntılar, tüm fazlalıklar kırılır dökülür de, denize ulaştığında kaygan bir çakıl taşına döner insan. Ne kayalığı kalır, ne ağırlığı.
Bunları düşündüm, sahilde denizin dalgalarını izlerken. Geliyor gidiyor, gidiyor geliyordu. Yorulmadan, bıkmadan, usanmadan. Sonra dalgaların bir getirip, bir götürdüğü çakıl taşlarına baktım. Gitmem de demiyor, gelmem de hiçbiri. Dalga sahile vuruyor, taşlar birbirine sürtünüyor. Bir o ötekine çarpıyor, bir berikine.
Sonra hayatla kıyasladım, çakıl taşlarını. Nerden nereye dedim kendi kendime. Alsın seni bir nehir, getirsin hiç bilmediğin yerlere, bilmediğin, görmediğin yollardan geçerek. Sonra sahilde, senden önce çakıla dönen kayaların arasına karış, kimin kim olduğu belli olmasın. Herkes çakıl. Hepsi birbirinin aynı. Hepsi yontulmuş.
“Gidişat nereye böyle?” diye sorsam, çakıl taşının birine, anlamaz ki, daha başına ne gelecek. Bilmez ki dağdaki kayadandır, denizdeki kumun özü. Bilmez ki yolun sonu orasıdır. Gidişat orayadır. Nerden bilsin ki, ne giden gelmiş geri, ne de nehir tersine akmış bu devranda.
Bunları düşündüm. Sonra sordum kendime ‘sen de yontuldun mu biraz?’ diye. Cevabım yine kendimeydi, “denize kavuşmadı ki nehir daha!”