90’LARDA GAZETECİLİK (8)
Saat oldukça ilerlemişti. Ne balıkçıların boğulduğu ilçenin muhabirinden ne de yardıma gönderdiği muhabirden çıt yoktu. Telefonu alıp numaraları çevirdi.
Karşısındaki ilçe muhabiriydi:
– Ahmet bey ne oldu haber?
– Abi sahile indim hala bekliyorlar, kimsenin cesedini bulamadılar. Ben de bir süre bekledim, geri döndüm. Biliyorsun dükkanda kimse yok.
– Peki benim gönderdiğim adam nerede?
– Onu göremedim, gelmedi daha.
– Gelmez olur mu? Kaç saat oldu buradan yola çıkalı…
– Bilmiyorum, görüşmedik. Belki o da sahildedir. Kalabalık olduğundan birbirimizi görememiş olabiliriz.
– Peki, sen haberi toparladın mı?
– Balıkçıların birkaçının adını aldım ama tamamını bilmiyorum.
– Ya fotoğrafları?
– Şuan hepsinin ailesi sahilde toplanmış durumda. Kimseyle konuşulmuyor. Birinden isteyecek oldum, beni kovdu. Adam, “biz ne dertteyiz, sen ne derttesin. Çek git başımdan” dedi.
– Ne olacak peki?
– Bilmiyorum.
– Nasıl bilmiyorsun, kardeşim? Ayda yılda bir olay olmuş, sen ne yapacağını bilmiyorsun. Bana bak tepemi attırmayın. Şimdi hemen sahile git, benim gönderdiğim adam oradaysa söyle hemen beni arasın. Birlikte bu işi bitirin. Fotoğrafları da bulun. Yok yok, tamam mı?
– Peki abi…
Telefonu kapattı. Biraz sonra haber müdürünün arayacağı kesindi. O aramadan kendisi aradı bu kez.
-Alooo, Mehmet Bey siz misiniz?
– Evet, çabuk söyle ne var. Ne oldu haber?
– Arkadaşlar takip ediyor efendim. Bir saate kalmaz hem haberi hem de fotoğrafları geçeriz.
– İstemez kardeşim istemez. Ben senden haber falan istemiyorum. Zaten ümidimi kestim sizden. Orada ne için oturuyorsunuz bilmem. Elin adamı haberi geçti, fotoğraf istiyor musunuz? diye soruyorlar. Sen de daha uğraş dur.
– Ama efendim duyar duymaz hemen harekete geçtik. Arkadaş orada…
– Arkadaşının boynu kopsun. Sen duyana kadar elin adamı haberi yapıp, fotoğrafları buldu bile. Uyanık olun biraz, uyanık… Kulaklarınızda pamuk mu tıkalı? Söyle şimdi niye aradın?
– Şeyi diyecektim efendim. Haberi takip ediyoruz diye…
– Tamam tamam…
Müdür telefonu yine yüzüne kapatmıştı.
Şef Osman Fırdöndü yediği bilmem kaçıncı fırçadan sonra masanın üzerinde duran gazete, kağıt, kalemlik, sigara tablası ne varsa hepsini tek harekette yere fırlattı. Tertemiz olmuştu masasının üzeri. Telefonlara gözü takıldı. Bir harekette de telefonlar yeri buldu. Şimdi bilgisayardan başka bir şey yoktu masada. Telefonların ahizeleri bir yana, makineleri bir yana gitmişti. Artık bas bas bağırmıyorlardı. Başını masaya dayayıp bir süre öyle kaldı.
Fotoğraf geçmeyi bitiren muhabir şefin odasının önüne gelip onu öyle görünce içeriye girmekten vazgeçti. Yalnızca kapıdan,
– Fotoğraflar geçildi, şef, dedi, gidip masasına oturdu. Acıyordu ona. İçinden, “Sen şef olursun değil mi, gör işte, dedi.
Bu arada öteki masaların birinin üzerinde duran telefon çaldı. Muhabir yerinden kalkıp gidip telefonu açtı. Arayan boğulan balıkçıların bulunduğu ilçeye gönderilen muhabirdi. Şefle konuşmak istiyordu.
Şefin masasının üzerindeki telefonlar artık iş görmediği için santral görevlisi diğer telefonlara bağlantı yapıyordu.
Muhabir, şefe seslenerek elindeki telefonu gösterdi,
– Erol arıyor, seninle konuşmak istiyor, dedi.
Yerinden kalkıp telefona doğru yürüyen şef Osman Fırdöndü, içinden demediğini bırakmıyordu.
– Telefonu alır almaz, çıkıştı.
– Neredesin sen kardeşim? İnsan ulaşınca bir aramaz mı? Ne oldu, ne yaptınız, haberimiz yok.
– Valla şef gelirken arabanın lastiği patladı. Biraz geciktik. Bu yüzden doğruca sahile geldim. Bekleyenlerin birkaç poz fotoğrafını çektim. Ağlayanlar falan vardı. Şimdi de boğulan balıkçıların fotoğraflarını temin etmeye çalışıyorum.
– Hepsi o kadar mı?
– Ne yapayım şef.. Buradaki adam hiçbir şey yapmamış ki. Yalnızca deniz kenarında durup etrafı seyretmiş. Adam araştırma yapmaz mı? Bunlar kim, neyin nesi diye.
– Bırakın şimdi birbirinizi suçlamayı. Seni neden gönderdik sanki oraya. O yapacak olsa zaten seni göndermezdik. Artık ne yapacaksan yap. Biz fırçayı baştan yedik. Bulabilirsen fotoğrafları gelir geçersin, hadi kolay gelsin.
Telefonu kapattı. Odasına döndü. Çekmecesindeki poşetten bir avuç leblebi aldı. Odadan çıkıp gitti. Giderken kendisini izleyen muhabire bir şey söylememişti. Parkta duran otomobiline bindi. Kontağı çevirip gaza bastı. Geri vitese takıp, hızla bahçe kapısından çıktı. Hava kararmaya başlamıştı. Bir yandan avucundaki leblebileri ağzına atarken diğer yandan da eski bir şarkıyı mırıldanıyordu
“Zahidem kurbanın olam, n’olacak halim” (1998)
(BİTTİ)
Trakya Demokrat Gazetesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.