Dolar 32,4375
Euro 34,7411
Altın 2.439,70
BİST 9.915,62
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Tekirdağ 18°C
Az Bulutlu
Tekirdağ
18°C
Az Bulutlu
Paz 18°C
Pts 16°C
Sal 18°C
Çar 19°C

  “BASINCILAR” ARASINDA BİR AY (4)

26 Aralık 2023 10:56
A+
A-

Giydiği pantolonların hiçbirinin paçası içine bükülmemişti. Mağazadan nasıl alınmışsa öyleydi. Arada bir belinden tutup, yukarıya çekiştiriyordu. Uzun kollu tişörtler giyiyordu hep. Onların da kol uçları ellerini geçiyor, küçük elleri görünmüyordu.

Belki de kendi görünmelerini istemiyordu. Çünkü kirden ya da boyadan derisinin rengi değişmişti. Taşıdığı eşyaların boyası yapışıyordu. Ayakları da aynı şekilde kirliydi. Neden yıkamadığını soran gazetecilere, yıkadığını ancak temizleyemediğini söylüyordu.

Ali’nin görüntüsü ilgisizlik içinde yaşadığını apaçık gözler önüne seriyordu. Oysa bir aile reisi gibi sorumluluk taşıyan bir yapısı vardı, zayıf çelimsiz Ali’nin. Davranışları da öyleydi. Bazen çocuksu davranıp, aksine hareketler yapsa da, hemen toparlıyordu. Aklına akşam eve götüreceği yevmiye geliyor, kendisine bahşiş veren gazetecilere varlığını hissettirmeye çalışıyordu.

Çaycı İsmail, Ali gibi değildi. Yaşı ondan büyük ama aklı biraz daha havadaydı. Daha çocuksu, daha sorumsuz davranışlara sahipti. Gazeteciler kola isteseler, soda getirir, çay istese, gider bir saat sonra gelirdi. Aklına ne zaman esse çay tepsisini yüklenir, sattığını satar, satamadığını kendisi içerdi.

Zaten bisikletle geldiği için çaylar yarı yarıya soğumuş olurdu. Bu davranışlarına tepki gösteren gazeteciler bir gün kendileri ocak yakıp, çay demlemeye kalkışınca, iki gün ortalarda görünmedi.

Aklınca onları protesto edip, çaysız bırakmak istiyordu. Sonra nedense kendiliğinden geldi ve neden gelmediğini soranlara, önemli bir işi çıktığını söyledi. Ama kimse inanmamıştı bu bahaneye.

İsmail, ayakları Ali’ninkiler gibi kir içinde olsa da, saçlarını jölelemeden gelmiyordu. İlk günler jöleli değildi saçları. Bu jöle işini, Ali’nin söyleyiş şekliyle entivi de çalışan, televizyoncu ağabeyi Nizamettin’den kapmıştı.

Ali ve İsmail’le birlikte gazeteciler, televizyoncular da birbirlerine ısınmışlardı. İlk günler birbirlerine garip garip bakan, aralarında gruplaşan, Ali’nin deyimiyle, ‘basıncılar’, ortak bir yaşamı paylaşmaya başlamışlardı. Çünkü dünyada hüküm süren sert rüzgarların bir parçası da onların bulunduğu yerden esiyordu.

Savaş kokusu her yere yayılmıştı. Bir aya yakın ‘savaş çıktı, çıkacak’ diye bekleyen gazeteciler, televizyoncular artık bıkmıştı. Kimilerini çalıştıkları kurumun merkezine geri çağırmışlar, kimileri arkadaşlarıyla değişim yapmıştı.

Bu arada gazeteciler sürekli üsten kalkan uçakların fotoğraflarını çekerken, televizyon kameramanları en güzel görüntüyü yakalamanın peşindeydi. Herkes çektiği fotoğrafı, görüntüyü birbirine izletiyor, diğerini kıskandırmaya çalışıyordu.

Gazeteciler, televizyon muhabirlerinden daha rahattı. Çünkü onların saat başı televizyon ekranına çıkıp, canlı yayında kısa bilgiler verme gibi bir zorunlulukları yoktu.

Televizyon muhabirleri yayın sırasında gömlek giyip, kravat takmak mecburiyetindeydiler.

Ancak çekim sırasında onları izleyen diğerleri gülmekten kırılıyordu. Çünkü altı kaval üstü şişhane gibi bir kıyafet içinde oluyorlardı. Kamera yalnızca üst kısımlarını çektiği için altta kısa pantolon ya da şort, üzerinde gömlek kravat oluyordu. Tabi çekim biter bitmez kravat hemen çıkarılıp, bir kenara atılıyordu.

Hava sıcak olduğundan, zaman içinde birbirine alışınca, kıyafetlerin üzeri tamamen çıkarılmaya başlanmıştı. Bu yüzden herkes, denizde yanmış gibi bir tene sahip olmuştu. En fazla yananlardan biri de Sedef’ti. Ali’nin Sedef ablası yani. Kısa pantolon ve askılı bluzla güneş altında iyice yanan Sedef, İstanbul’a dönerken, arkadaşlarını tatil köyünden dönmediğine inandıramayacağı kaygısındaydı.

Medya merkezindeki gazetecilerin rahatı, sık sık seramik bloklarının yer değiştirmesiyle bozuluyordu. TIR’larla gelen seramikler forkliftle üst üste yığılıyor, sonra satıldığı zaman yine teker teker alınıp, kamyonlara yükleniyordu. Bu sırada kameraların yerleri değiştiriliyor, yeni bir yerleşim düzeni sağlanıyordu.

Pistteki uçakları görebilmek için kırk-elli santimetre yüksekliğindeki basamaklarla, seramik bloklarının en üstüne çıkan gazeteciler, hoplaya-zıplaya kangurulara dönmüşlerdi.

Bu arada hareketsizlikten çoğu kilo almaya başlamıştı. Hiçbir yere gitmeyip sabahtan, akşama kadar kalkıp inen uçakları saydıkları için göbek bağlıyorlardı. Bu yüzden spor yapma ihtiyacı duymuşlardı.

Bunun için de seramik blokları ile karşı tarafta duran bir kamyon kasasının arasına ip gerip, voleybol sahası yaptılar.

Sabah saatlerinde kalkış yapan uçaklar, öğleden sonra saat üç dört arası dönüyordu. Havalanan uçaklarla, dönenler, sayı ve modellerine göre karşılaştırılıp, buna uygun yorumlarla haberler geçildikten sonra voleybol maçı başlıyordu.

Gündüz hava sıcak olduğundan güneş batmaya yakın voleybol için en uygun an oluyordu.

Uçakların havada bulunduğu saatlerde ise ya okey masası kuruluyor ya da iskambil oynanıyordu. Sabahtan akşama kadar masadan kalkmayanlar vardı. Nöbetleşe uçakları takip edip, çetele tutuyor, sonra bu bilgileri birbirlerine veriyorlardı.

Uçak fotoğraflarını ve görüntülerini o kadar fazla çekmişlerdi ki artık merkezlerinden kimse onlardan uçak görüntüsü istemez olmuştu. Arşivden kullanıyorlardı.

(Sürecek)

 

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR