BİR TAS HAS HOŞAF (1)
9 Eylül Üniversitesi Buca Yüksek Öğretmen Okulu’nu kazanmıştım. Yirmi yaşıma kadar uzun süreli olarak ayrılmadığım baba ocağından kopmuştum.
Son model yolcu otobüsündeki koltuğuma oturup, gençliğimin beş yılının geçeceği İzmir’e doğru yola çıkarken, yanımda ağabeyim de vardı.
Tüm aile bireyleri otogara bizi yolcu etmeye gelmişti.
Üç ay içerisinde dördüncü kez gidişimdi bu İzmir’e.
Üniversite sınavına girmek için gidişim ilk olmuştu. Ondan iki ay sonra kayıt için iki kez üst üste gitmiştim. Bu kez de kalacak yer bulmaya gidiyordum. Artık okul açılacaktı.
Ağabeyim ise ilk kez gidiyordu. Yaşça benden oldukça büyüktü. Uzak şehirleri görmüştü ama daha önce İzmir’e hiç gitmemişti. Kalacak yer bulmamda bana yardımcı olacaktı.
Üniversiteli olmak beni sevindiriyordu. Ama evden kilometrelerce uzakta, yalnız, tek başına kalmak üzüyordu. Kolay değildi, yirmi yıl yaşadığım evimden, ailemden günlerce, aylarca hatta yıllarca ayrı kalmak.
İzmir çok büyüktü benim için. Büyük olduğu kadar da güzeldi. Kendi memleketime benzetirdim. Evler denizle kucaklaşmıştı orada da.
İzmir’in insanları, kültürü, yaşam şekli benim doğup, büyüdüğüm yerden çok farklıydı. Kültür düzeyi, ekonomisi yüksek, sosyal yaşamı renkliydi. İnsan ilişkileri de daha esnek ve rahattı. İzmirli kızların güzelliği dillere destandı. Her delikanlı gibi ilk günler benim de fazlaca dikkatimi çekmişlerdi ama sonraları ben de alışmıştım.
Devlet yurdu çok uzaktı okula. Otobüsle tam bir buçuk saat sürüyordu. Ben yaşadığım şehirde hiç otobüs, dolmuş nedir bilmezdim. Küçük bir şehir olduğu için her yere yaya gider, gelirdim.
İlkokul evimizin karşısındaydı. Ortaokul beş yüz metre kadar, lise de en fazla iki kilometre uzaktaydı. Bu yüzden hep tabanvayları kullanmıştım. Yürümekten de pek şikayet etmezdim.
İzmir’de, deniz kenarındaki bu yurtta kalmak istemedim. Modern bir yerdi ama ağabeyim de, ben de okula çok uzak bulduk.
Kalacak yer araştırırken bir ara ev kiralamayı düşündük. Ama birlikte kalacak arkadaş yoktu. Sonra okulun yakınında özel bir yurt olduğunu öğrendik. Tepede bir yerdeydi. Okula çok yakındı. Yürüyerek on dakika kadar sürüyordu.
Ağabeyimle birlikte yurda gittik.
İki katlı, eski, ahşap bir binaydı. Kalın, demir parmaklıklarla çevrilmiş, bahçesinde tek tük ağaçlar vardı. Oldukça yıpranmıştı. Ev olarak inşa edilmiş, daha sonra yurda çevrilmişti.
Bahçedeki bankta oturan öğrenciler vardı. Yanlarına gidip, yurt yetkilisiyle görüşmek istediğimizi söyledik. Öğrencilerden biri, bizi kapısında ‘müdür’ yazan odaya götürdü. Odada bir adam oturuyordu. Çok küçük bir odaydı, adamın bulunduğu yer. Siyah gözlüklü müdür, sonradan öğrendiğime göre aynı zamanda yurdun sahibiydi.
Müdür, gözünün biri özürlü olduğu için siyah gözlük kullanıyordu. Başındaki koyu renkli fötr şapkası, siyah paltosu ile polisiye filmlerindeki ajanlara benziyordu.
Bizi getiren öğrenci, müdüre yurt aradığımızı söyleyip, gitti. Müdürün odasında iki kişi daha vardı. Biri orta yaşlarda, diğeri benim yaşımda.
Müdürün gösterdiği sandalyelere oturduk.
Ben hemen konuya girip;
“Öğretmen okulunu kazandım. Kalacak yer arıyorum” dedim.
Müdür, tok satıcı tavırlarındaydı.
Yüzüme bakmadan;
“Siz biraz geç kaldınız. Odalarımız tamamen dolu. Nasıl yaparız, bilmem ki?” dedi. Sonra, odadaki diğer genci gösterip, devam etti; “Bu arkadaş da kalacak yer arıyor. O da aynı okulu kazanmış.”
Karşımda oturan benim yaşımdaki gence baktım. Kara, kalın kaşlı, kara gözlü biri. Sempatik bir yüzü vardı.
Sevinmiştim. Bir dert ortağı bulduğum için. Demek ki benim durumumda olan başkaları da vardı. İçim biraz rahatladı. Çünkü kalacak yer bulamazsam, okulu bırakmayı bile düşünüyordum.
(sürecek)