YAVRU KAPLUMBAĞA (l)
Onunla mezarlık yolunda karşılaştık. Babamın mezarını ziyarete gitmiştim. Eğimli patikada yavaş yavaş yukarıya doğru yürürken, yol kenarında gördüm kendisini.
Benim geldiğimi fark edince, durup beklemeye başladı. Ufacık bir şeydi. Yanına gelince durdum. Durduğumu görünce, biraz geriye gitti. Başını içeri çekti. Eğildim, yakından baktım. Korkmuştu. Az daha geriledi. Rahatsız olmaması için yoluma devam ettim.
Mezar elli metre kadar uzaktaydı. Babamın başucunda durdum, dua okudum. Bir süre çevreme bakınıp, yeni ölen tanıdık kimse var mı diye kontrol ettikten sonra döndüm.
Başka bir şehirde oturduğum için her zaman babamın mezarını ziyaret edemiyordum. Mezar ziyareti şurada dursun, ölen, hastalanan yakınlarımızdan bile haberdar olamıyordum. Ailenin geniş olmasının yanı sıra, araya mesafe girmesi de kopukluk yaratıyordu.
Mezar tepelik bir yerdeydi. Babamın mezarı da tepenin tam üst noktasındaydı. Tepeyi çıktığımız zaman tertemiz havayı ciğerlerimize doldurur, çam kokusu solurduk.
Rahmetli babam da çok severdi bu havaları. Zaten oraya defnetmemizin bir nedeni de buydu. Belki de bilinçaltımıza yerleşmişti. Sanki toprağın altındayken esen rüzgarı fark edecek, çam havası soluyacaktı.
Onu kaybedeli altı yıl olmuştu. Mezarında dua edip, dönerken, yol kenarında gördüğüm yavru kaplumbağa hala orada duruyordu. Yerinden ayrılmamıştı. Sanki beni bekliyordu. Yine önünde durdum. Bu kez hareket etmedi. Yalnızca başını içine çekti.
Portakal büyüklüğünde bir şeydi. Eğildim, o da başını dışarı çıkardı, bana baktı. İşaret parmağımı yavaşça başının üzerine vurdum, geri çekti. Sonra iki parmağımla kabuğunu iki yanından tutup, doğruldum. Ayaklarını çıkarmış, hareket ettiriyordu.
Yüzüme doğru yaklaştırıp, içeriye çektiği başını görmek istedim. Başını çıkarmıyordu. Sanırım korkmuştu.
Aslında ben de yabani hayvanlardan ürkerim. Minicik kaplumbağayı bile parmaklarımın ucuyla tutuyordum.
Kaplumbağa elimde mezarlıktan çıktım. Mezarlığın önündeki yola arabamı park etmiştim. Sağ ön kapısını açıp, kaplumbağayı koltuğun önüne bıraktım. Sonra öteki tarafa geçip, şoför koltuğuna oturdum ve arabayı çalıştırdım.
Motor gürültüsünden korkan kaplumbağa başını içeri çekmiş, hiç kıpırdamıyordu. Gaza basıp, mezarlıktan ayrıldım.
Eve geldiğimde küçük oğluma,
“Sana bir hediye getirdim”, dedim.
“Ne hediyesi?”, diye sordu.
“Gel bak.”
Yanıma geldi. Bir şey göremedi.
“Hani hediye?”
Sağ tarafıma baktım kaplumbağa yoktu. Arabanın öteki tarafına geçip, kapıyı açtım. Oğlum da benimle birlikte bakıyordu.
“Allah Allah, gelirken koltuğun önünde oturuyordu.”
“Oturuyor muydu?”
“Evet.”
“Hediye mi oturuyordu?”
“Oğlum bu canlı hediye. Yürüyor yürüyor. Çok sevimli bir şey.”
“Peki, hani, nerede?”
“Dur bakalım, buluruz şimdi.”
Eğildim, koltuğun altına baktım, oradaydı. Başını çıkarmış, bana bakıyordu. Elimi uzatınca başını geri çekti. İki parmağımla tutup, aldım. Oğluma gösterip,
“İşte burada”, dedim.
Can, elimdeki kaplumbağayı görünce, irkilip geri çekildi.
Kendine has şaşkınlık ifadesiyle,
“Amaniiiiiinnn, babam kaplumbağa bulmuş”, dedi.
Bir adım öteden bizi izleyen büyük oğlum Genco araya girip,
“Babacığım neyle besleyeceğiz bunu?” diye sordu.
“Ne bulursa yer. Yaprak, kabuk…”
“Tamam o zaman. Bahçeye bırakalım, orada her şey var.”
“İyi fikir. Evimize gidene kadar orada kalır.”
(sürecek)
Trakya Demokrat Gazetesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.