YAVRU KAPLUMBAĞA (ll)
Kaplumbağayı ablamların evinin önündeki küçük bahçeye bıraktık. Bahçenin etrafı duvar çevrili olduğu için kaçamazdı.
Bahçeye bırakır bırakmaz minik ayaklarıyla hızlı hızlı yürüyüp, kendini büyük bir yaprağın altına gizledi. Bahçenin bir köşesine yayvan bir tabak içinde su bıraktık. Hep birlikte eve geçtik.
Can sordu;
“Peki adını ne koyacağız bunun?”
“Daha düşünmedim ama Can olabilir.”
“Neee! Benim adımı mı koyacaksınız? Kesinlikle olmaz. Ben kaplumbağa mıyım ki?”
“Ne alakası var? O da senin gibi ufak tefek bir şey olduğu için söyledim.”
“Olmaz. Sonra arkadaşlarım benimle alay eder. Başka bir isim bulalım.”
Can yedi yaşındaydı. Ağabeyi Genco ondan beş yaş büyüktü.
Genco araya girip,
“O zaman Garip koyalım”, dedi.
“Nedenmiş o?”
“Yolda bulduğunu söyledin ya. Mutlaka yolunu kaybetmiştir. Garip garip dolaşıyordur.”
“Olabilir ama daha ilginç bir adı olsun istiyorum ben. Mesela Abdulrezzak olsun.”
O ana kadar konuşmalara kayıtsız kalan ablam,
“İsme bak, hizaya gel. Kaplumbağanın adı Abdulrezzak”, diyerek güldü. Odada bulunanlar da ona katıldı.
“O zaman Abuzer koyuyoruz”, dedim. İtiraz istemem.
Genco,
“Olabilir”, dedi. “Kulağa hoş geliyor.”
Can da onu destekleyince kaplumbağanın adı Abuzer oldu.
Artık tüm ev halkı Abuzer’le ilgileniyordu. Çeşit çeşit yapraklar toplanıyor, günde üç dört kez suyu değiştiriliyordu. Hatta annem bahçeye indiğinde,
“Çocuklar buraya gelin. Abuzer yok olmuş. Kaçmasın sakın”, diyerek Genco ile Can’ı yanına çağırıyor, Abuzer’i birlikte arıyorlardı. Abuzer ev halkının eğlence kaynağı olmuştu.
Tatil bitince Abuzer’i de yanımıza alıp, evimize döndük.
Eve dönüşümüz iki saati buldu. Abuzer arabanın arka camının önündeki küçük kutudaydı. Eve getirdik, balkona bıraktık. Şimdi iş ona kalacağı bir yer ayarlamaktı.
İlk aklımıza gelen büyük bir karton kutu içinde tutmak oldu. Ancak bu onu hapsetmekten başka bir iş olmayacağı için içimiz elvermedi. Dağdan bulup getirdiğimiz hayvanı bir kutu içine kapatamazdık. O özgürce dolaşmaya alışmıştı.
Çocuklarla ne yapabiliriz diye düşünürken, aklımıza bahçenin bir kenarına yuva yapmak geldi.
Çevreden birkaç büyük taş topladık. İnşaattan arta kalan bir iki fayans bulup, ona düzgün bir ev yaptık. Üzerini de dallarla kapatınca, doğal barınak oldu.
Abuzer’i barınağına bırakıp, yanına da küçük bir kapta su ve yaprak koyduk. Çocukları da sıkı sıkıya tembihledim.
“Sakın başka çocuklara burada kaplumbağa olduğunu söylemeyin, alıp götürürler” dedim.
Ayrıca suyunu, yiyeceğini de arada bir değiştirmelerini istedim.
Sonraki günlerde ne zaman Abuzer’in yanına gitsem, barınağın bir köşesinde ve ayaklarıyla duvara tırmanır şekilde görüyordum. Kaçıp gitmek ister gibi bir hali vardı.
Aradan fazla bir zaman geçmedi. Sabah işe giderken, yerinde mi diye kontrol ettiğimde, Abuzer’i göremedim. Nasıl etmişse etmiş ama dışarıya çıkmıştı. İşe geç kalmamak için arayamadım.
Akşam eve geldiğimde Abuzer bulunmuştu. Bahçenin bir köşesinde, ağaç altına gizlenmiş. Çocuklar yeniden barınağına koymuşlardı.
Ancak Abuzer kaçacak yolu öğrenmişti. Ertesi sabah barınağında yine yoktu. Bu kez bahçenin başka bir yerinde bulduk.
Baktım olacak gibi değil. Abuzer boyuna posuna bakmadan, barınağı çevreleyen taşlara tırmanarak firar ediyordu.
“Bu böyle olmaz, bir gün kaçar gider, bulamayız, o zaman başka bir şeyden barınak yapalım”, dedim.
Çıtalarla ve ağaç dallarıyla başka bir barınak yapmayı denedik. Dal ve çıtaları yirmi, otuz santimetre uzunluğunda kesip, toprağa yan yana diktik. Kale gibi barınak olmuştu. Tırmanması imkansızdı. Yine yanına yaprak ve su bıraktık. Üzerini kapattık.
(sürecek)
Trakya Demokrat Gazetesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.